Diken.com.tr/ Levent Kömür: En çok Ömer Hayyam’la rakı içmek isterdim

04 Şubat 2024

Levent Kömür: En çok Ömer Hayyam’la rakı içmek isterdim

Röportaj - Elvan Uysal Bottoni

“Hayata bilmediklerimi öğrenmek, bildiklerimi de anlatmak için gelmişim gibi hissediyorum.”

Levent Kömür, Mey|Diageo Genel Müdürü

Evvel zaman içinde değil bundan 20 sene öncesine kadar alkol ve tütün işleme ehliyeti sadece devlete, Tekel’e aitti. 2004’teki özelleştirmeyle Tekel, Mey oldu. Mey’in evrilen yolu 2011’de dünya alkol devlerinden Diageo’nun çatısının altında son durağını buldu. En azından şimdilik…

Bugünkü adıyla Mey|Diageo’nun genel müdürü Levent Kömür’e ‘devlet gibi adam‘ demek hiç yanlış değil. Yakın ve uzak çevresinin çok sevdiği, işte hırslı ama her şeyden önce ‘insan’ yeni kuşak yöneticilerin en iyi temsilcilerinden Levent Kömür’le olay yerinde, Mey|Diageo ofisinde görüştük. Serde Radikal ekolü olduğundan röportajı hikayeleştirirdim normal şartlarda ancak Levent bey öyle iyi bir anlatıcı ve de söyleyecek o kadar çok şeyi var ki ayak altında dolaşmak istemedim, soruları da asıl hallerinden kısa tuttum. Çok şey öğrendiğim sohbetten yanımda götürdüğüm, hayatta en kıymetli işin öğrencilik olduğu, başarı için cesaret ve sabrın altın oranının gerektiği.

Sessiz sedasız ülkenin en önemli sandalyelerinden birini işgal eden Levent Kömür’le baş başa bırakıyorum okuru… 

Levent Kömür kim, nereden geliyor? 

Ben nereden geldim! Herhalde yaşamımda kendimi tanımladığım en eski tanımlama grubu Kadıköy Anadolu Liseli olmak. Dün doktora gittik oğlumla, üşütmüş biraz. Adı Devrim. Doktor “Baban solcu mu” diye sordu.  Onun oğlu da Taylan’mış. Doktor da Kadıköy Anadolu Liseli çıktı. Benim için Kadıköy Anadolu Liseli olmak en belirleyici tanım. Biraz daha böyle geniş açıdan aldığımda ben Anadolu liselerini ve Maarif kolejlerini köy enstitülerinin kentli ikizleri olarak görüyorum. Bir nevi ‘kent enstitüsü.’ Aslında Anadolu lisesi, enstitülerin köyde yapmaya çalıştığı fırsat eşitliğini kentte gerçekleştiren bir kurum. 

Nasıl oluyor Kadıköy Anadolular? 

Boğa heykelinin orada iner, Bahariye Caddesi’ni yürüyerek çıkardık her gün arkadaşlarlarla… Ve Moda’da deniz kıyısındaki lisemize gelirdik. Kadıköy Anadolu’nun birincil özelliği fırsat eşitliği yaratan kent enstitüsü olması. Bir diğer özelliği ise öğretmenler. Çok iyi öğretmenlerimiz oldu. Hayatla ilgili verdikleri dersleri, anektodları hala hatırlıyorum. 

Mesela Dicle Öldürülenoğlu diye bir İngilizce öğretmenimiz vardı. Oğuz Atay öldüğü gün öğretmenler odasından çıkıp kapıda ağlamış, bunu anlatmıştı bize. 16 yaşındaydım. 40 sene olmuş, unutmuyorum. Oğuz Atay’ı benim için edebi değerini anlamadan önce, öğretmenim için değerini anlayarak sevdim. Onun bu kadar önem verdiği Oğuz Atay’ı anlama ihtiyacı duydum. 

Çok sevdiği okulunu kırar mıydı Levent Kömür?

Okulda ikinci ya da üçüncüydüm. Yaramazın tam karşıtı bir öğrenciydim. Ama Kadıköy Anadolulu olunca okul kırıyorsunuz. Yaramazlık sayılmıyor. Norm oluyor. Son senelerde kırdık tabii. Sınıf başkanı da olduğum için yoklamayı kahvehanede alırdık. Bilardo oynamaya giderdik. 

Önce Kadıköy Anadolulu sonra İstanbullu…

Nereden geldiniz sorusunun cevabı “Kadıköy Anadolu Lisesi’nden geldim”. Beni tanımlayan şeylerden biri bu,  ikincisi İstanbullu olmak. Benim için İstanbullu olmak “Geldi mi?” sorusundaki gizli öznenin lüfer olduğunu bilmektir. Her eylülde gelen lüfer lüferdir. Geldi mi diye sorulduğunda kim demeden anlarsın. Ahmet Rasim ya da Ahmed Hamdi Tanpınar’ın yazılarından birinde de var bu. Kırlangıç dendiğinde aklına sadece kuş gelmemesidir İstanbullu olmak. 

İstanbul’un kokusu balık ağı kokusudur. Bunu Esenyurt’ta anlat diyeceksiniz ama benim için İstanbul Suriçi ve çevreleyen köyler. Üsküdar, Pera, Eyüp… 

Annem Eşkişehir, Babam İnebolulu. İlk istanbul’da doğan benim. Bu sadece emperyal şehirlerde olan bir şey. İstanbul başkent ama aynı zamanda imparatorluğun da kendisi… Şehirde doğan ilk kuşak sen olsan da istanbullu hissedersin. 

İstanbul’dan ötesi Fenerbahçelilik…

Fenerbahçeli olmak da benim tanımlar. Fenerbahçe’nin sadece futbol olmaması, kendi köyümün takımı olması…Fenerbahçeli olmak benim için çok önemli… Bu üç yerden geliyorum ve özelliklerinin çoğuna sahibim. Genel geçer istanbullu tanımı neyse o benim. Boğaz karşısında sevinen, ana yemeği balık olan,  yokuşların denize varacağını bilen bir tanım… Belki de bunları söyleyen son kuşağız. Geride kaldı bunlar ama  fark etmez, ben o kuşaktanım. Üç aşağı beş yukarı buyum. Bunlar dışındakiler şartların zorladığı şeyler.

Çokuluslu şirketlerin ihtiyacı olan gençlerdik… 

Mühendislik okudum ama şartlardan. Matematiğin iyi, o zaman yazık olmasın bu yeteneğin, mühendis ol denirdi. Mühendis olmak, girdiğim şeyler seçimden çok zorunluluktu. Bu söylediklerim ise seçimlerim. 

92’de bitirdim üniversiteyi. Seksenlerin sonu doksanların başı özelleştirme var, çokuluslu şirketler piyasada önemli yer almaya başladı. Bu şirketlerin iyi eğitim görmüş, dil bilen gençlere ihtiyacı vardı. Biz o gençlerdik. 80 sonu 90 başı pek çok ODTÜ, Bilkent, Boğaziçi gibi üniversitelerden gelenler bu firmalara girdi, o tornadan geçerek bir yerlere geldi. Bizden önceki kuşak farklı, çokuluslular yok. 55 doğumlu olsam benim de daha farklı bir yolum olurdu. 

Geçmiş kuşakla aradaki fark çokuluslu şirketlerin yokluğu. Peki gelecek kuşakla fark ne?

Bizden çok daha fazla kendi işlerini kurmaya çalışıyorlar. Start up mantığı. Ciddi anlamda kendi değerinin farkında olup hayatı kendi değeri üzerinden kurma çabası var. Takdir ediyorum. Bizde birisi için değerli olma, seçilme, seçilme uğraşısı var. Birileri geliyor seçiyor seni.

Bizden önceki tüm kuşaklardan fazla neler olduğunu biliyorlar. Değeri anlamak için karşılaştırma şansları var. Macaristanlıyla kendimi karşılaştırmam zordu.

Bilgi hızlı yayılıyor ve değerlerini daha çabuk anlıyorlar. Değerin artması  değil de değerin ne olduğunu anlamak. Bizden daha hızlı anlıyorlar.

Genelleştirme yapmamak lazım. Kendi dünyam üzerinden cevaplıyorum. Yaşamanın güzelliği, ortalamaların genel geçer değeri yok. Ortalama var ama bir şey göstermiyor size. Benim gördüğüm Türkiye gerçek Türkiye’dir diye bir şey yok, bu hataya düşmemek lazım. Çok farklı Türkiyeler var. Yurt dışında böyle bir çeşitlilik yok. Başka yerlerde üç beş değişik evren olabilir ama Türkiye’deki kadar farklı evrenler yok. Tarihi de öyle. Herkes kendi bölgesini yaratma ve tutunma üzerine kurmuş. Burada büyüyen insan adapte oluyor kolay, genlerimizden geliyor. 

Devri alem yılları…

Turist rehberi olacaktım ama Körfez Savaşı çıktı. Unuttuk bile onu. Canlı izlemiştik hatta…

Rehber olamıyorum, bir yerde işe girilecek. Geçerli bir diplomam var,  üç yere başvurdum, ilk ikisi reddetti. Üçüncü başvurum kabul edildi. Procter & Gamble. 18 sene çalıştım. 

İş için 29 yaşında Belçika’ya gittim. Önce Doğu Avrupa sorumlusu, sonra Ortadoğu sorumlusu oldum. “Bunlar beni kesin oralara gönderir” dedim ve Belçika’da Arapça öğrendim. 

Gerçekten de nihayetinde Mısır’a tayin edildim. Kahire’de ev kiralayacağız. Tüm arkadaşlar benimle gelmek istedi. Çevirmen var kendim de anlıyorum ama bir sorun olmaz desem de 10 kişi geldi. Baktım herkes fotoğraf çektiriyor. Meğer ev sahibim Fatin Hamama çok ünlü bir aktrismiş. Bizim Türkan Şoray’ımız gibi. Zarafareti inanılmaz. Ömer Şerif’in eski eşi. Ayhan Işık ve Türkan Şoray evlenmiş gibi. Kiraladığımız ev onların evi! Dr Jivago!!!!! Üzerinde Ömer Şerif yazan mektuplar gelirdi. Çok güzel bir evdi ama eşim Mısır’ı sevemedi. Altı ay sonra döndü. Bir buçuk sene her hafta sonu istanbul’a gittim. Eşim alışamadı ama ben Ortadoğuluyum belki de. Ruhuma iyi geldi. Tüm deneyimlerim pozitifti.

Bir gün Fatin hanım yeni evine davet etti. Kemerburgaz gibi bir yer. Bir hanımefendiyle tanıştırdı bizi. Çok güzel İstanbul Türkçesi konuşuyor. Tıpkı filmlerdeki gibi… Türkiye’de ilk şeker fabrikasını kuran Hayri İpar’ın kızıymış. Orada evlenmiş ve kalmış, Türkiye’yle bağlarını hiç koparmamış. Sonra o da evine davet etti. İstanbullu olmak çok revaçta olan bir şeydi. İtibarı yüksek bir şehir İstanbul, epey sefasını sürdüm.  

Sonrasında Güney Afrika’ya gittim aynı şirket için. Mısır, bir süre İstanbul ve Güney Afrika. İşim sayesinde çok ilginç üç ülkede yaşadım. Mısır Sünniler ve Koptiler; Belçika’da Valonlar ve Felemenkler; Güney Afrika siyah ve beyazlar… Derin fay hatlarıyla bölünmüş üç ülke. İnanılmaz tecrübelerdi. Güney Afrika’da güvenlik endişesi vardı. Herkes kendi güvenliğini sağlamak için uğraşıyordu. Yemekler, şaraplar çok iyi. Irkçılıkla dünya üzerinde bir cennet yaratmışlar. Gittiğimde o yaraları sarmaya çalışıyorlardı…

İnsanın dünya görüşünü etkileyen şeyler bunlar. Kimliklerle bölünmüş toplumlar din, ırk, milliyet faylarıyla bölünmüş. Havada dokunabiliyorsunuz bölünmüşlüğe. Daha kapsayıcı olmayı öğrendim bu bölünmüşlük ortamında. Yokluğunu görünce kapsayıcılığın değerini anladım.

Yeni hayat eski şehir; staj olarak iş sahipliği 

İstanbul’a döndüm, 18 senelik Procter & Gamble yolculuğum bitti. Cem Topçuoğlu beni davet etti, bir reklam ajansı açıyordu, ben de gittim. Hayatımın en iyi stajıydı. Kendi işini yapmayı öğreniyorsun, sıfırdan bir şey kuruyorsun. Tecrübeli yönetici Cem’den çok şey öğrendim.

Kurumsal hayatta bir reçete oluyor, bir hazine avı gibi. İpuçları var, harita var. Hazineyi bulmaya çalışıyorsun. Kendi işinde harita yok, kendi kendine ilerlemek zorundasın. Hatta hazine de yok kendi işinde. Çok değişik bir duygu kendi işini kurma ve hiçbir garantinin olmaması, çok şey öğretiyor ve insanı alçak gönüllü yapıyor. Haritadan aldığın güç yok. O bir sene çok değerli benim için. 

Alaylıyım. Procter & Gamble’da öğrendim mesleği. Rehberliği ve genel müdürlüğü katarsanız üç mesleğim oldu. Üçü de alaylı. Genel müdürlük bölümü yok üniversitede. Pazarlama var ama ben gitmedim, eğitimini almadan öğrendim. Rehberlik de bakanlığın çok iyi kursları var ama asıl iş ustalardan öğreniliyor. Doktorluk, avukatlık gibi değil.

Anıların içkisinin işe dönüşmesi

Mey|Diageo’dan teklif geldiğinde çok düşünmeden kabul ettim işi. Rakı gibi toplumun kılcal damarlarına inmiş bir kültürün hizmetçisi olmak çok değerli bir duygu. İrlandalı arkadaşlar var onlar için de Guiness aynı. Beni çok iyi anlıyorlar. 

Rakı aile büyükleriyle aranızdaki bağ gibidir. Babayla, amcayla, halayla, teyzeyle… anı yaratıcısı. Babamla anılarımın çoğunda rakı vardır. Rakı anısı değildir ama o oradadır. O anıyı yaratmak için gelmiş bir iksir gibi.

Bu tablo (duvardaki tablo) içinde olabilmek için çalışıyorsunuz. Onun parçası olmak istiyorsunuz. Turgut Uyar, Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Boğaz… 

Neden buradasın” sorusunun cevabı bu duygu… Dört sene pazarlaması, bir sene satış sonra da genel müdür oldum. 2017’den beri genel müdürüm. Bir seçim miydi bilmiyorum. Daha hissi bir şey. Kariyerimde beni deneyimler çekti. Deneyimler heyecanlandırdı. Hiçbir zaman yorulduğumu hissetmedim. Beni heyecanlandıran deneyim.

Procter & Gamble’dan ayrıldıktan sonra… Özgeçmiş yazacağım, hayatımda ilk kez iş arıyorum, iki sayfa özgeçmiş yazdım. Hikaye gibi çünkü nasıl yazacağımı bilmiyorum. Düz yazı yazmışım. Hikaye gibi anlatıyorum ama arada sayılar var. Bu konuda deneyimli bir arkadaşıma gösterdim. “Çok güzel olmuş ama 18 boyunca çalıştığın şirketin adını da yazsan iyi olur” dedi. Çalıştığım şirketin adını yazmamışım özgeçmişe! Çünkü hep deneyim peşindeyim. İyi insanlarla kesişti yolum, şanslıyım. Hep bir şeyler öğrendim. 

 Hayatta en iyi yaptığım şey...

Babam öğretmen. Öğrenme çok önemli bir tema benim için. Hayata bilmediklerimi öğrenmek, bildiklerimi de anlatmak için gelmişim gibi hissediyorum. Bana burada, Mey’de, öğretmen vasfını yakıştırıyorlar.

Lafa okulla başladım zaten. Hep karşıma iyi öğreticiler çıktı. Hayatta en iyi yaptığım şey öğrenci olmak. Hayatta dolu şey oluyorsunuz, baba, yönetici evlat eş… Tüm bunlar içinde en iyi yaptığım, öğrenci olmak. İyi yaptığım şeyler arasında bir numaraya öğrenci olmayı koyabilirim.

Hayallerinin peşinden git ama...

Bize “Hayallerinin peşinden git. Çok çalışırsan, çok istersen olur” dediler hep. Bunun faydalı bir öğüt olduğunu düşünmüyorum. Orada da ne istediğini bilmek, nerede iyi olduğunu bilmek önemli ama evrene mesaj gönder vesaire benim hayattaki tecrübem öyle değil. Başarı için sabır ve cesaret gerekiyor. Ne kadar sabredeceğini ve kadar cesur olacağınızı bilmek. Bu ikisinin dengesi çok önemli.

Fen lisesi kazandım, herkesin gitmek istediği bir okuldu. Ben gitmedim. Cesaret. Bilerek verilmiş bir karardı. Neden gitmediğimi, gitmezsem ne olacağını biliyordum. Cesaretsizlik de olabilir gerçi ama seçimdi. “Cesaret, ölümüne korkmak ama yine de atına binmektir” der John Wayne.

Sinema demişken…

Mubi de Morricone’nin belgeseli var. Bu aralar en çok etkilendiğim film. ‘Bir Avuç Dolar İçin’ en sevdiğim İtalyan westerni. Westernlerde  genel temanın beyaz adamın doğayı ve yerli halkı ezmesi olduğunu ancak büyüyünce anlıyorsunuz. Siz ezenin tarafını, beyaz adamın tarafını tutuyorsunuz çocukken. Ama çocukluğumda izlediğim westerlerlerden bana kalan bu değil. Yüksek değerlere sahip insanların kaybetse de alkışlanması. Liberty Valance gibi… Belki de çok fazla Fakir Baykurt okuduğumdan. Kadir bilmek, yüksek ruhlu olmak önemli şeyler benim için.

Biraz da iş… Rakı konusunda pek çok yeniliğin öncesi Mey ama şarap konusunda pek öyle değil sanki?

Göreceli bir şey. Rakıda 10 yenilik varsa 7’sini biz yapıyorsak, şarapta daha fazla yapsak da algı rakıda daha fazla yapmışız gibi. Az üretici olduğu için yaptığınız işler çokmuş gibi görünüyor. Rakıda 20’nci yüzyılın başındaki manzaradan fersah fersah gerideyiz. 150-200 farklı rakı markası var Tekel’den önce, Osmanlı zamanında. Başlamamış halimiz bile iyi görünüyor ama en büyük fark üretici sayısındaki fark. Daha fazla üretici olması gerekiyor aynı şaraptaki gibi ki şarap üreticilerinin de daha fazla olması gerekiyor. 

Sorunun karışık doğası gereği burada biraz yazar alacak mikrofonu eline… Bu kadar büyük ölçekte doğal şarap yapın deme şımarıklığımız yok ama çok değerli üzümlerimiz var. Bunlar dışardan gelen endüstriyel mayalarla kendilerini tam olarak ifade edemiyorlar. Cabernet Franc bazlı endüstriyel mayayla yapılan bir Papaz Karası’nın sesini tam olarak kendi gibi çıkarması imkansız. Aklıma İtalya’nın endüstriyel üreticilerden Brolio geliyor. Chianti’deki Brolio… Chianti şarabının orjinal reçetesini yazan aile… Endüstriyel maya kullanıyorlar ama Sangiovese üzümünden kendi kullanımları için endüstriyel maya yapmışlar. Doğal şarap üretmeseler de kendi mayalarıyla üzüme yön veriyorlar. Öküzgözü, Boğazkere gibi çok değerli üzümlerden, çok değerli bağlarınız var. Rakıda mikro damıtma çalışmaları yapmanız misali, bu üzümlerden de maya üretip endüstriyel ölçekte ama yine de kendi mayanızla şarap yapma konusunda çalışmalarınız var mı? Ya da böyle bir şey beklemek hayal mi? 

Mayayı dışardan alıyoruz ama bunları beklemek kesinlikle hayal değil. Öncelikle neler yaptığımızı anlatayım. Semmillon üzümünden çok eski bağlardan gelen üzümlerimizle doğal şarap yapıyoruz. Old vine (yaşlı asma) konseptine uygun şekilde bağların bakımının ve yetiştirilmesinin yapılmasını sağlayarak üst kalite özelliklerde şarap yapımı için bir proje geliştirdik. Proje kapsamında 50 yaşın üzerinde olan bağlar araştırılarak Güzelköy’de bir küçük üzüm üreticisinin bağında 65 yaşında omcalar (ağaç kökü) bulundu. Söz konusu üzüm üreticisinin bağından her sene aldığı üzüm miktarına göre ödeme yapmayı garanti ederek çiftçinin bağında farklı uygulamaları hayata geçirdik.

Bu sene Midin Şarapçılık bize bir miktar Karkuş üzümü verdi. Şırnak’a özgü bu üzümle ilk kez doğal şarap denemesi yaptık. Henüz hazır değil. Yaklaşık 100-150 yıllık omcalarda, yaprakların gölgesi altında hayatta kalan bu üzümle yolumuz 2022’de kesişti. Bu bölgede Midin Şarapçılık var ve o bölgeye has üzümlerden şaraplar üretiyor. Biz de Midin Şarapçılık’la el ele vererek bu bölgenin ve Anadolu’nun saklı kalmış diğer kıymetli üzümleri kaybolmasın diye bir dayanışma içine giriştik. Karkuş üzümünü ön planda tuttuğumuz bir proje, biz bu projeye dayanışma şarabı olarak bakıyoruz.

Öküzgözü’nden yaptığımız bir roze var. Boğazkere monosepaj çalıştık. O da büyük cesaret aslında. Amarone tarzı bir şarabımız var. Her sene bir ya da iki yeni proje yapıyoruz. Daha da fazla yapmalıyız tabii ki.

Sadece Anadolu üzümlerinden yapılan şaraplarımız var. 

Aslında şarapta devraldığımız mirası çok daha cesurca değerlendirdik. Rakıya göre daha cesur olduğumuzu, daha büyük risk aldığımızı söyleyebilirim ve daha çok ilkimiz var. Öküzgözü Roze, tek üzüm bağı… Çok deniyoruz. Bazıları iyi oluyor bazıları olmuyor. Midin Şarapçılık, Markus bey bize güvenmese vermezdi üzümünü. 

Miras demişken… Bir Cumhuriyet projesi olan, Atatürk’ün görevlendirdiği Fransız uzmanların kurduğu Elazığ tesisinizdeki beton küvleri restore etmeyi düşünüyor musunuz? Çok kıymetliler, üstelik moda, arayıp bulamıyor Avrupa üreticiler bu tür küvleri…  

Bence de olmalı. Belki de yapacağız. Önologumuz Murat Üner vermeli bu sorunun yanıtını. Mutlaka yapmak istiyordur. Doğru zamanı bekliyordur. Murat’ın projelerinde mutlaka vardır, onun adına cevap vermeyeyim, çok teknik bir soru.

Ne kadar üzüm alıyorsunuz?

100 bin ton. 4 milyon ton üzüm üretiliyor ülkede. Sadece yüzde 2’si şaraba gidiyor. Fransa’da yüzde 85’i. Rakıya 150-200 bin ton üzüm gider toplamda.

Bir önceki sezon üzüm çok boldu. Fiyatlar düşüktü. Geçtiğimiz yıl üzüm az, fiyat yüksekti ama ikisinde de çiftçi memnun değil. Maliyet de yüksek çünkü. Çifçi tarımsal ham maddeyi endüstriyel bir katma değere dönüştürdüğünde para kazanacak. Emtia olunca emtia fiyatlarına göre kazanıyorlar ama endüstriyel olunca bambaşka fiyatlar oluyor. Petrol de topraktan çıktığı gibi kullansak ucuz olurdu ama rafine ediyoruz vesaire. Rakı ve şaraba gitse daha farklı olur fiyatı. Şu anda üretimin yüzde 2,5’i bu alanlara gidiyor. Elbette doğa şartları belirliyor fiyatları ama endüstriyel ham madde olursa arzdan bağımsız hale geliyor. 

Ne olacak bu rakının dış pazardaki hali? 

Çok şey yapıyoruz. Bir şekilde dışarı satmanın yolunu bulacağız. Uzo, pastis, sambuca, arak, rakı… Akdeniz’in anasonlu likörlerinin hepsinin ortak sorunu bu. Belki de birlikte hareket etmeli!

Her şey Akdeniz’den dışarı çıkmış, zeytinyağı, pizzası, tapınağı… Beş anasonlu içki Akdeniz dışına çıkamamış. Tekila bile çıkmış. Üstelik hikayeleri olan ürünler bunlar. Hepsi kardeş. Sadece rakıya özgü değil tüm anasonlu Akdeniz içkilerine özgü bir durum. 

Rakı özelinde rakı sofrasının ihraç edilmesi lazım. Taylandlı, Perulu şeflerin çıktığı gibi İstanbul’dan şeflerin çıkması lazım. Bu bir yol, diğer yol da kokteyl. 10 sene önce denedik olmadı, şimdi işe yarıyor. Şu anda bir pazardan bahsedemeyiz ama deneyeceğiz. Doğru formülü bulana kadar da deneyeceğiz. Rakı şarabın yapıldığı meyveden yapılıyor. Mutlak bir karşılığı var. Biz henüz keşfedemedik diye bakıyorum. “Şarap yapmak kolaydır, ilk 200 senesi hariç” derler ya. Belki biz de öyle diyeceğiz ama bir şekilde o formülü bulacağız. Fikri olanlara da açığız. Ortak akılla çözülecek bir şey. Rakı da ortak kelimesinin en kuvvetli olduğu unsurlardan biri.

Tan Morgül ve Levon Bağış’ın sorusunu çalıyorum; beş kişiyle rakı içecek olsanız kim olurdu?

Rakıda önemli olan usulden çok kimdir. Ortak bir sosyalleşme aracı olduğu için benim için kimle içtiğim önemli. Yurt dışında bir türlü içemedim. Mısır, Belçika, Güney Afrika, olmadı. Bir şekilde illa ki Türkiye’de olmak gerek sanki. Belki de bu yüzden dışarı satamıyoruz! 

İkili üçlü permütasyonlar olarak samimiyet kurmak gerekir. Herkese göre değişebilir. Yakınlık kurma kabiliyetinle alakalı. Beş altı kişi bence de doğru sayı. 50-100 sene sonra İstanbul’un en güzel mekanını açmış olan meyhaneciyle içmek isterim. Rakıda meyhanecinin kim olduğu önemlidir ya. Baba Yorgi ile içtim mesela. Onun 100 sene sonraki, geleceğin barbasıyla içmek isterim. Atatürk’ün hizmetlisi Cemal Granda ile içmek isterdim. İçiyor mu bilmiyorum ama ilginç olurdu. Atatürk’ün sofrasında ne konuşulduğunu bilen tek insan. İçmiyorsa hatırasına saygısızlık etmek istemem ama isterdim. 

Torunlarımla, ailemin sonraki kuşaklarıyla içmek isterdim. Onlara bir şeyler öğretmek isterdim sofrada. Napolyon’la içmek isterdim. Acayip bir kişilik. Hem cumhurbaşkanı, hem konsül, hem mahpus, yenmiş yenilmiş.. Sevdiğimden değil ama “Anlat bir kardeşim” demek isterdim. “Anlat, şu Waterloo’da ne oldu” derdim.

Ömer Hayyam’la içmek isterdim. Herhalde en çok onunla içmek isterdim bu beşli içinde. 

Bir şiir olarak rakı…

Rakı sofrası içinde şiir olan bir şey. Şarap ve rakı kuzenler. Önce şarap oluyorsun sonra rakı. Bir şişe şarapta tüm bilgelikler mevcuttur. Rakı ve şarap birbirinden ayrılmaz şiirsellikte. Kültürün temeli. Resmi olmayan hayatın ortak ifade şekli. Rakı da şarap da bu resmi olmayan hayata dair olduklarından iç içeler. Neşet Ertaş, Müzeyyen Senar… hepsinin içinde şiir var. Şiirin gayrı resmi olma durumu…

Üçüncü uzay. Meyhane. İş var ki kendin olamıyorsun, evde herkes seninki, senden olan insanların olduğu yer. Meyhane ise aileden olmayan insanlarla kendin gibi olduğun yer. Onun için kiminle içtiğin önemli. Benim için mekanı tanımlıyor. Rakı içiyorsan dostlar arasındadır demektir, mekanı tanımlar. Benim için rakının şiiri de ‘Anlayamadılar’, Nazım Hikmet…

Anlayamadılar

Biz ince bel, ela göz, sütun bacak için sevmedik güzelim

Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda…

Ateşin yanında barut, barutun yanında ateş olasın diye! ..

Rakı sofralarında söylenip, acı tütün çiğnercesine sevdik

Anlayamadılar…

Nazım Hikmet